Aslında soruyu önce ‘iyi yorumculuğun ölçüsü nedir?’ diye ortaya koyabiliriz. Sadece burada değil her alanda en sağlam ölçü evrenselliktir. Nasıl ki sporcu...
Aslında soruyu önce ‘iyi yorumculuğun ölçüsü nedir?’ diye ortaya koyabiliriz. Sadece burada değil her alanda en sağlam ölçü evrenselliktir. Nasıl ki sporcularımız, takımlarımız gerçek durumlarını uluslararası yarışmalarda gösteriyorlarsa yorumcular için de durum aynıdır. Yani bugün memleketin iyi yorumcuları hangileridir, diye merak edildiğinde hiç tartışılmaz ölçü şudur: Bunlar arasında hangileri gidip İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, İspanyol televizyonlarında yorum yapabilecek kapasitede ise onlardır.
Biliyorum, bugünün gerçekleri göz önüne alındığında, insanı güldürecek türden bir ölçü. Çünkü bizde çıta o kadar aşağıda ki, herhangi bir arkadaşımızın gidip de buralarda yorum yapması, tarihi bir önem ve değer taşır. Hayır, böyleleri hiç yok demiyorum. Tam tersine, yığınla var ama ne ülke içinden ne de dışından onlara fazla bir talep yok. Futbol dünyamız, böyle bir kalite beklentisinin çok uzağında. Yayınları izleyen kitle, ‘bizim takımın penaltısı verilmedi. Zaten her türlü haksızlık hep bize yapılıyor’ çizgisinin ötesine geçebilmiş değil. Bu durumda, yorumcular da kendilerini talebe göre ayarlıyor. Yani ‘böyle başa böyle tarak’ diye çok daha kestirmeden anlatabileceğimiz bir durum ortaya çıkıyor. Spor programı denilen yayınların bir bölümünün Hacivat-Karagöz oyununa fazlasıyla benzemesi de bu kapsamda değerlendirilebilir.
***
Beşiktaş, devler liginde büyük bir hüsran yaşadı. Bununla ilgili gelişmeler sırasında yorumcu arkadaşlarımız da doğal olarak sıkıntı çektiler ve 6 maç üstüste yaşanan son derece tatsız durumu nasıl değerlendireceklerini bilemediler.
Bu arada, geçmişte Siyah-beyazlı formayı giymiş olmaktan tutun da şu ya da bu şekilde Beşiktaş’la bağı olan yorumcular, bu tatsız gelişmeye nasıl olumlu yönünden bakabiliriz, çabası da gösterdiler. Taraftarın da bu doğrultuda tepkileri oluyor, biliyorum, o nedenle bu felaketin içinde soluk almaya yarayacak birşey bulmaya çalışmak görev haline geliyor.
Bununla ilgili eğlenceli bir duruma tanık oldum. Beşiktaş’ın 5. maçta Ajax’a yenilmesinin ardından yorumcu arkadaşımız, bundan sonrası için olasılıklardan birini epeyce iddialı biçimde dile getirdi. Ona göre, Şampiyonalar Ligi’nden elenen Siyah-beyazlılar ligdeki yarışta Trabzonspor’u kovalayacak en güçlü ekipti. Devler Ligi sıkıntısından kurtulan Kartal, bundan sonra yüksek uçacak ve zirveyi yakalayacaktı.
Evet, böyle bir olasılık olabilir ama bunu Fenerbahçe, Galatasaray ve öteki takımları yok sayarak dile getirmek pek hoş olmuyor. Üstelik Beşiktaş o haftaki lig maçında da yenildi ve ortaya gülünç bir durum çıktı. Yorumcu arkadaşımızın takım adına attığı zar hepyek gelmiş oldu. Dolayısıyla başka takım taraftarlarının da izlediği programlar böyle zarlar atmaktan kaçınmak ve düşünceleriniz daha saygılı biçimde dile getirmek gerektiği yolunda da bir ders oldu bu.
Hiçbir kulüp ve takım, yorumculardan kendisini kurtarmasını filan beklemiyor. O işleri yapmakla görevli bir yığın insan var. Yorumcunun görevi, kendi işini iyi yaparak çalıştığı kuruma yararlı olmak. Zaten geleneksel terbiye ve ahlak da bunu emreder: Önce ekmek yediğin yerin çıkarlarını düşüneceksin.
Yorumcunun şu ya da bu kulübün çıkarlarını korur bir anlayış içinde olması, başka açıdan da utandırıcıdır. Kulüplerde bu iş için görevlendirilmiş olan insanlara, ‘siz bu işleri yapamıyorsunuz, ben yapıyorum’ demektir ve çok tatsız bir durumdur.
Gerçi taraftarlar arasında böyle bir beklenti var. Televizyona çıkıp konuşan insanların geçmişteki kulüp aidiyetini orada da sürdürmesi bekleniyor. Oysa o kişinin herhangi bir kulübü savunması değil işini iyi yapması, herkes için yararlı bir durumdur ve geçmişteki camiasına da onur verir. Rıdvan Dilmen bunu farkettiği için bugün bulunduğu noktaya geldi. Onun Fenerbahçeliliğini herkes biliyor ama o yorumlarıyla bütün izleyenlere hitap edecek bir akıl ortaya koyması gerektiğini de gösteriyor.
Aslında Dilmen de o yollardan geçti. Hiçbir yorumcunun söyledikleri ve yazdıklarıyla Sarı-lacivertli takıma maç kazandırmasının ya da başka şekillerde yarar sağlamasının mümkün olmadığını kısa sürede öğrendi. Yapılması gerekenin, bütün taraflara aynı saygı ile yaklaşılması olduğunu gördü. Bu şekilde yolunu düzleyip bugün bulunduğu noktaya ulaştı.
Aslına bakarsanız, bu konuda en büyük gereklilik, ekranlarda yorum yapacak kişilerin mutlak surette hiç değil bir aylık kurs gibi bir eğitimden geçmeleridir. TSYD bunu yıllardır savunur ama kimse kulak asmaz. Düşünün, mesleğinizin doğal uzantısı olan antrenörlüğe geçerken yığınla kurs görüyor ve sınavlardan geçiyorsunuz. Buna karşılık, dün futbolu bırakıp bugün yorumcu olarak milletin karşısına çıkabiliyorsunuz. Tabii bunun için gerekli donanımı edinmediğinizde orada kalmak da kolay olmuyor. Bu konuda zihninizde şöyle bir ‘kimler geldi, kimler geçti’ taraması yaparsanız, durumu çok daha kolay anlayabilirsiniz.